Tarih: 12-16 Ağustos
Rota :
1.Gün: Eceabat-Kilidbahir-Seddülbahir-
2.Gün: Seddülbahir – Kabatepe-Kilidbahir-
3.Gün: Kilidbahir- Küçük Anafarta-Büyük Anafarta-Kabatepe-Kilidbahir-
4.Gün: Kilidbahir- Anzac koyu-Kilidbahir
5.Gün: Kilidbahir – 57.Alay Şehitliği-Kilidbahir
6.Gün : Dönüş
Toplam katedilen Yol: 280Km
Maksimum Hız: 79KM/H
Averaj Hız: 19.9 KM/H
Görülen tarihi nokta adedi: 90
Tüketilen kişi başı su miktarı : 35 Litre (Sadece içmek için) :-)
Tarih kitaplarından hatırladığım efsaneleri 30 yaşıma yaklaşırken görebilmek gerçekten ne kadar üzüntülü olsada yolculuk ve onların hepsini sindire sindire gezecek olmanın verdiği haz bambaşka idi. Mezarlık, çıkarma plajı, anıt mezar, mozole gibi farklı toplam 90 adet lokasyonu gezecek görecek bilgilerini alacak ve konumunu GPS’imize kaydedecektik. Daha sonra bu GPS kayıtları tarihi Gelibolu yarım adasında optimum bir bisiklet rotası çıkarmak için kullanılacaktı.
Istanbul dan başlayıp Eceabat’ta indiğimiz otobüsten sıkı bir kahvaltıdan sonra Kilitbahir ve merkez kamp alanımıza geçiyoruz. Buradaki kamping alanında kiralanan barakamız malzeme ve gerekli ekipmanımızı bıraktıktan sonra ilerlemeyi düşünürken açık olmayan kamping bize 2 gün boyunca 35 kilo (bisiklet hariç) ağırlık ile 130 km yol imkanı tanıdı
Seddülbahir‘e giderken çıktığımız Seyid onbaşının 300 kiloya yakın mermiyi sırtladığı alandan başladık…Alçıtepenin rüzgarlı tepesi çok ama çok sıcak olan havada adeta bizi serinletti. Seddülbahir‘de ilk şehitlerimizi verdiğimiz koy, tepelerde mühendislik harikası şeklinde bilinçli, açılı ve askeri dehalıkla açılmış siperlerin içinde, şu anda bu yazıları okuyan sizlerin ve benim geleceğim için savaşmış olan kahraman askerlerimizin olduğunu hatırladık… Siperlere girdik. O anı yaşadık. Sadece sessizliği ve rüzgarı dinledik… O anki görüntüleri aklımıza getirmeye çalıştık. Ve birer turist gibi buraları bisikletle gezerken bundan 90 yıl önce buralarda neler yaşandığını hep bu gezi boyunca hafızamızda tuttuk…
Seddülbahir‘de geçirdiğimiz sakin geze sonrası herhalde bir bisikletçinin gidebileceği en hüzünlü rota olan hedefimizde yol almaya başladık…Evlerin müze olduğu, mezarlıkların dolup taştığı bir haftasonu idi… Özellikle yaşlıların ellerinden tutuğu torunlarına tarihini anlatmak için yurdun çeşitli yerlerinden gelenlerin olması gerçekten etkileyici idi… Her zamanki gibi yollardan buz gibi sularımızı doldurarak, köylülerden tarladan domates isteyerek, ağaçlardan meyveler yiyerek geçirdik bütün yolculuklarımızı. Doğal plajlarda ördekler, kazlar ile beraber yüzdük… Doğanın tarih ile iç içe karıştığı Egenin koynundaydık ve gelmek istemiyor gibiydik…
Düşman kuvvetleri topluluğunun mezarlıklarındaki sistemli yapılaşma aynı tipteki taş ve mermer kullanımı ve intizam ve bakım görülmeye değer idi… Yeni Zelanda ve Avustralya hükümetinin yaptırdığı 57. alay şehitliği arkasından inen dik ama Türkiye sınırları içinde gördüğüm en muhteşem asfalt yolda (Tek Yön) ; 79 KM/H hıza bisiklet erişip kulağımızda en sevdiğimiz müziklerle güneşin batışını izleyerek 2 saatte çıktığımız yokuşu 12 dakikalık doyumsuz keyif ile indik…
Tek bir şehitliği ve orada yatan askerlerin nasıl bir bölgede şehit olduğunu görmek için 1000 metre rakıma 2.5 saat boyunca bisikletle tırmandık… Aynı gün içerisinde merkez kampımıza dönmeden önce Büyük anafarta köyünü görme pahasına gecenin karanlığına kaldık…
57. alay şehitliğinde Atatürk’ün saati sayesinde hayatta kaldığı, meşhur “size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” sözlerini sarf ettiği mekanlarda bulunmak, o tepelerden ülkemizin topraklarını seyrederken Atatürk’ü hayal etmek gerçekten çok duygu dolu dakikalar geçirmemize sebep oldu.
Her gece kampta yatağımıza yattığımızda aynı konuyu konuştuk…. Ne kadar şanslıyız….
Biraz üzerinde durup düşündüğünüzde ya da fotoğraflara baktığınızda; 1900’lü yılların başında kanla canla askerlerin üzerine sadece ve sadece vatanı uğruna koşan, öleceğini bile bile onların arkasından giden diğerlerini ve 2000’li yılların başında onları ziyarete gelen bizleri göreceksiniz…
Belki de onlar bu savaşta yaptıklarının sonuçlarının bu şekilde rahat huzurlu bir gelecek olacağını isteyerek bunları yaptılar… Bizler ise onları ziyaret ederek NE KADAR ŞANSLI ve MİNNETTAR olduğumuzu tekrar hissettik…
Teşekkürler Ulu Önder ve Şehitlerimize….
Not: Bisikletle gezilerde en çok sevdiğim nokta; hiç tanımadığınız diyarlarda hiç tanımadığınız kişilerle arkadaş olabilmeniz. Bunu yaya iken yapmak daha zor ama bisikletle tüm ekipman yanınızda giderken gerçekten ilgi odağı olabiliyorsunuz. Bu sizi gerçekten tanışmada 1-0 öne geçiriyor. Çünkü hemen insanlar gelip meraklarını gidermek için sizleri soru yağmuruna tutarlar ya da fotoğrafınızı çekmek isterler…
Ama benim yaşadığım en ilginç hikaye çoban ekrem idi. Fotoğrafta arkadaşımın yanında duran boynuna bandana taktığımız Ekrem bana belki de istemeden bu yazıya tema oluşturacak ve hayata farklı bakmamı sağlayacak bir şey söyledi. Sabahın 5’inden akşam 20’ye kadar ineklerini otlatan Ekrem 9 yaşında yazları babasına yardım edip çobanlık yapıyor… yol kenarında görünce hemen yanımıza çağırdık. Sırtında su şişesi tüm gün idare edeceği yarım ekmek peynir domatesli sandwich’ine bizlerde 2-3 gofret ile katkıda bulunduk…
“Burada sıkılmıyor musun tüm gün?” diye sorunca bana şu yanıtı verdi; “Niye sıkılayım ağabey; babamlar ağabeylerim dağda çobanlık yapıyorlar, ben yol kenarındayım, arabalar geçiyor onlara bakıyorum hem bak sizleri gördüm çok şanslıyım”
Bazen bu dünyada ne kadar şanslı olduğumuzu sanırım görmüyoruz, fırsatları kaçırıyoruz, ya da fark etmiyoruz… Ekrem bana bunu fark ettirdi…
Geliboluya Gidin…Ne kadar Şanslı olduğumuzu hissedin…
Not 2: Dönüş yolunda bisiklet ve ekipmanlarımızı almak istemeyen KamilKoç firması yetkililerini ikna edip otobüse bindik. 2 saat sonra yolda kalan Otobüsün radyatör hortumu delinmişti. Bu hortumu bisiklette bulunan lastik tamir kiti ile tamir ettik. Otobüs istanbula kadar geldi. Yolcuların ve kaptan’ın tebriklerinin dışında en önemlisi bu konuyu bir yazı ile gönderdiğim Kamil Koç firmasının olumlu tepkisi ve bisikletlerin Kamil Koç otobüslerine alınacağına dair bir reklamın çıkmasına varacak bir CRM öyküsü olmasıydı…
Evren
Ocak 4, 2011 at 11:06 pm
ellerinize saglık okurken duygulandım
tülay
Mart 18, 2011 at 5:34 pm
Güzel bir yazı olmuş, tebrikler